Tarih boyunca içinden çözülmeyen ve çürümeyen Müslüman’ı dışından ve maddi hücumlarla yenmek imkânı bulunamamıştır.
Abbasi, Selçuklu, Endülüs, Osmanlı, hep bu gerçeğin canlı ve çarpıcı örnekleridir. Nefislerine mağlup olanlar, birbirleriyle itişip kakışmaya, kavgalaşmaya başlıyor, sonra da, zaten pusuda olan düşmanlarına yem oluyorlar.
Endülüs Müslümanları da, kardeş kavgaları, taç-taht ve baş olma ihtirası ile muhteşem bir medeniyeti hezimete uğrattı. Son kaleyi de İspanyol güçlerine teslim edip arkalarındaki dağa doğru kaçarlarken bile, ayrı yolları tercih etmişler, her şeyin bittiği noktada bile aralarındaki düşmanlığı sona erdirememişler.
İşte, tam da o hazin halde iken, dönüp de artık uzaklarda kalan sarayını görünce Endülüs’ün son Hükümdar’ı, gözyaşlarını tutamamış. İzzetli ve ferasetli bir mü’mine olan annesi, nefsine hakim olamayan Hükümdar’a şöyle der:
– “Oğlum! Zamanında erkekler gibi çalışıp çarpışmayan sana, şimdi kadınlar gibi ağlamak yaraşır!”
Bu hal, ibret alınmadığı için, İslam Tarihi’nde defalarca tekrarlandı. Selçuklular, Allah adını yüceltme heyecanıylı birlik ve beraberlik içinde oldukları zaman, birleşmiş Avrupa ordularına karşı zaferler kazandı. Ancak aynı Selçuklu, taht taç kavgasına bulaşınca Moğol ordularının ayakları altında sefil ve perişan oldu. Ne acıdır ki o perişanlık ve bitmişlik içinde dâhi, reislik kavgası sona ermiş değildi.